• ÖNCE ÇOCUKLARIMIZ

  • ÖNCE KADINLARIMIZ

  • ÖNCE AİLELERİMİZ

  • ÖNCE GENÇLERİMİZ

  • ÖNCE YAŞLILARIMIZ

YOK OLANIN DEĞERİ

YOK OLANIN DEĞERİ

İlişkilerin hep negatif yanını algılayan, ilişkinin varlık halinin değil de var olmama, boşluk, ölüm, hafıza kaybı hallerinin gerçek olarak algılayan kişiler bu “OLMAMA” durumuna olan ilgilerini anlamakta zorluk çekerler. “Sürekli gidenleri buluyorum”, “hep benden gidenleri seviyorum”, “ilgi gösterenler bana bir süre sonra yapmacık ve gerçek dışı geliyor” söylemleri içindedirler.

ANNENİN VAROLUŞU
Oysaki zihnimiz yok olanların değil var olanların algılanması aracılığı ile çalışır. Bu sebeple yokluk hali söz konusu olduğunda zihinsel işlevlerin en az olduğu bebeklik dönemde kişide neler olduğunu anlamamız gerekir. Anne karnından yeni çıkmış bebeği hayal edersek, duygusal algılayıcılar tam işlev görmediklerinden, bir doyum hali yaşansa da doyum sağlayanın kim olduğu tam belli değildir, buradaki ilk bakım veren kişi karanlıktadır. En son olgunlaşan görme duyusunun gelişmesiyle yoklukları dolduranın anne olduğu yavaş yavaş anlaşılacaktır. “Haa, o kadın benim annemmiş” dercesine. Bu durumda yokluğu gideren, başlangıçta görülmeyendir.

TEKRARLAMA VE BELLEK
Bilinçdışı ve bilinç bir verinin, yaşamsal ya da önemli olup olmadığına karar verip ve bir süzgeçten geçirdikten sonra hafızaya kaydeder. Ama bebek, verileri ilk seferde belleğe kaydedemez. Hemen unutur. Yetişkinler bile bir eşya ya da olayla ilk kez karşılaştıklarında bu onlar için sadece bir sunumdur ve kısa süreli belleğe kaydedilir. Bunun zihinsel bir ögeye dönüşüp uzun süreli belleğe kaydedilmesi için tekrarlanması gerekir. Nesnenin (olay, kişi, eşya) dışarda var olmasının bizim için önemi yoktur. Ancak nesne iç dünyada var olunca, kaydedilince bir anlam kazanır.

Bu tanımlama sürecinde her tekrar bakışta, tekrar dokunuşta, tekrar koklayışta aynı nesne ile karşılaşıyorsa, bu eşya ya da kişi hakkında çevredeki insanlarda aynı yorumu yapıyorsa nesne gerçeklik kazanır.

ONA GÜVEN VE MUTLULUK
Yenidoğan; içinde annenin “o gelir, o düzeltir, o besler, o sever, o sıcaklık verir, o beni bırakmaz, beni unutmaz, o bana uyar” özellikleri ile tasarlanması ya da bu özellikleri taşıyan bir anne hayalinin içselleştirilmesi ile sağlıklı gelişim oluşur. Anneye güven ile birlikte mutluluk ve doyum güvence altına alınır.

Burada bebek için henüz sözler yoktur, dil gelişmemiştir. Bebek tam bir çaresizlik halindeyken onu doyuran ve saran sarmalayan, haz veren, mutlu eden annedir. Bebek bu tasarımı ancak ve ancak içgüdüsel olarak algılar ve bu anne hayali değişmezlik ve sabitlik kazanır. Burada vurgulanan bebeğin bir yokluk hali içinde olduğu ve bu yokluğu dolduran ve yapılandıran bir ilişki şekli olduğudur. Bu tasarım yetişkinlikte anımsanamaz ama yeniden yaşanabilir.

PEKİ YA ANNE ULAŞILMAZSA
Depresyonda, yasta, ilgisiz, uzun saatler çocuğunu yalnız bırakmış, bebeğinden yatırımını geri çekmiş anne ruhsal olarak var olamayan annedir.

Sağlıklı ruhsal gelişimde anneyle bebek ilişkisi, bebeğin en baştaki boşluğunu, ruhsal deliğini dolduran bir kucaklama ve çerçeve oluşturmaktadır. Ama bu etkileşimi başlatacak kaynak solarsa bebek boşluğun kollarına düşecektir.

Annenin yokluğuna katlanabilmesi için çocuğun onu hafızasında tutabilmesi gerekir. Annenin bebeğinden ne kadar süre ile ayrı kalabileceği yaşa ve gelişimine göre değişmektedir. Anne fiziksel olarak bebeğin yanında olabilir ama gizli bir depresyon yaşıyorsa bakım vermeye devam eder, çocuğunu sevdiği halde “yüreğini ortaya koyamıyordur.”

ŞİMDİ OLMAYANI ÖZLEYEN HASTA
Winnicott, ilişkilerin hep negatif yanını algılayan, ilişkinin varlık halini değil de var olmama halini gerçek algılayan, kendine sürekli bu olamama durumunu yaşatan bir hastasının söz eder. Bu hastası yaşamı boyunca annesinin ondan ayrılmaları ve yeniden ortaya çıkışlarını deneyimlemiştir. Nesnelerin yokluğu var olmalarından daha gerçekçi geliyordu ona. Önceki, yani şimdi var olmayan terapisti her zaman daha önemlidir. Winnicot’a “önceki terapistimin yokluğu sizin varlığınızdan daha gerçek” der. Geçmişe derin bir özlemi vardır. Seansta dile getirdiklerini düşününce hiçbir zaman çekip gitmeyecek bir şey istediğini fark etmiş, yok olmayanın gerçek olduğunu söylemiş ve “sahip olduğum tek şey sahip olmadığımdır” demiştir. Bu hasta ondan ayrılanları zihninde tutabilmek için çok çaba harcamış ve zekasını sömürmüş, tüketmişti. Zeki olduğu halde hep zihinsel bir çöküş içindeydi.

Kendine bu durumu yaşatan kişiler bunu bilinçli olarak dile dökülmüş, anlatabildiği bir sebepten yapmamaktadır. Bu tamamen bilinçdışının etkisi altındadır benliğin, farkındalığın, isteğin dışındadır ve bu nedenlerle yabancılaşma barındırır. Kişi kendisini hayal kırıklığına uğratan kişilere yatırım yapar ya da kendisine yatırım yapan kişilerden uzaklaşır. Eski travmanın izlerine yeniden yatırım yapmayı sürdürür. Burada bir yas tutma ya da yaşananları ruhsal olarak çalışma yaşanamaz.

Burada ya genetik kodlarımızda var olan bir bilginin peşinden gidiyor ya da önceden bildiğimiz ama şimdi bizde olmayan bir nesneyi ya da içeriden gelen bir arzunun nesnesini arıyoruzdur. Terapide ise hastalarımızın anlattıklarını dinleriz ama terapötik çalışmayı yalnızca anlatılanlar değil anlatılanların yanındakiler ve arkasındakiler ile de yaparız. Hatta terapötik çalışmanın büyük kısmı o sırada açıkta olmayanlar üzerinedir. Zihinsel imgeler, rüyalar, dil sürçmeleri gibi…

 

Klinik Psikolog Nihan Dikme