• ÖNCE ÇOCUKLARIMIZ

  • ÖNCE KADINLARIMIZ

  • ÖNCE AİLELERİMİZ

  • ÖNCE GENÇLERİMİZ

  • ÖNCE YAŞLILARIMIZ

KAYIPTAN SONRA ÖFKE

KAYIPTAN SONRA ÖFKE

Kayıptan sonra hissedilen duygular arasında öfke ve kızgınlığın özel bir yeri vardır. Bu duyguları duyumsayabilen kişi, artık yasını kabullenebilecek düzeydedir. Öfke, kaybın kabullenilişinin arttığının ve gerçeklikle bağlantı kurulmaya başlandığının göstergesidir. Öfke, artık kişi bilinçdışı olarak yas tutmaya kendisini hazır hissettiğinde, öfkelenmeye dayanabileceğini fark ettiğinde ortaya çıkar. Ancak, ölümün gerçekleştiğini kabul etmeye başlayan birisi öfkelenebilir.

Terkedilmişlik, bırakılmışlık, çaresizlik, hayal kırıklığı, haksızlığa uğramışlık gibi duygular, yoğun bir biçimde duyulan acıyı ve öfkeyi körükler. Hissedilen öfkenin şiddeti, ölümün narsisistik açıdan bir zedelenmeyi ne kadar ifade ettiğiyle ve ölen kişiye yüklenen narsisistik anlamın büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Ölümle karşılaşınca, bir anda dünyanın merkezinde olmadığımızı, ne kadar yaralanabilir ve narin olduğumuzu, yaşamda yakalamaya çalıştığımız dengenin ne kadar kolay zedelenebildiğini anlarız. Yaşamın kontrolden çıkmasına, dengenin, düzenin, sevgi dolu bir ilişkinin bozulmasına öfkeleniriz.

Bazen ölmekte olan kişiyi kurtarma ve iyileştirme arzularımız ve gücümüzle ölümü engelleyebileceğimiz hissine kapılırız. Zaten bireysel ve toplumsal olarak tüm yaşamımızı, bazen açık bazen de örtük bir biçimde, ölüme karşı bir yaşamda kalma savaşı olarak sürdürürüz. Yaşamda kalma mücadelemizdeki ısrarımız ölümcül durumlarla, hastalıklarla ve zorluklarla baş edebilme gücümüzü arttırır. Buradaki başarımız, bazen ölümü engelleyebileceğimiz ya da kontrol edebileceğimiz yanılgısını güçlendirir. Nitekim günümüzde medeniyetin ve teknolojinin geldiği noktada bu açıdan çok ciddi bir ilerleme sağlanmıştır. Artık hastalıklarda ve sağlığı tehdit eden durumlarda yapabileceklerimiz, yüz yıl öncesine göre çok daha fazla ve etkilidir. Böyle olması insana, sanki her hastalığın, yaralanmanın tedavisi varmış ve kesinlikle iyileşme sağlanacakmış inancını vermektedir. Artık ortalama insan ömrü yüz sene öncesine göre çok artmış, bebek ölümlerinin oranı çok düşmüştür. Yani insanoğlu artık gerçek ölümle daha az karşılaşmaktadır. Tüm bunların sonucunda, ölümle mücadelede kişinin kendisine ve tıbba duyduğu güven, ölüme ve hastalıklara karşı hissettiği güçlülük duygusu artmıştır. Ama ne yazık ki bu durum, kişinin ölüme yenildiği zaman duyacağı narsisistik kırılmayı ve bu kırılmanın neden olacağı öfkeyi de arttırmaktadır. Gerçekle yüzleşmek daha acı ve dayanılmaz hale gelmiştir. Bazıları yaşamlarında önemli buldukları birinin kaybı ile yirmili, otuzlu, kırklı yaşlarda karşılaşmaktadır. Daha sık karşılaştığımız medyadaki ölüm haberleri ve ölüm sahneleridir. Bu duyumlar, izleyenlere bir stres yükler ama olayların toplumsal bir boyutu yoksa ardından bir yas tutulmaz, sadece duyulduğuyla kalır. Artık mezarlar şehir dışındadır. Evlerimizin arasında, mahallelerimizde, mezarlar azalmış, çok eskilere ait mezarlar ve türbeler kalmıştır. Geleneklere ve dine karşı yabancılaşma artmaktadır. Bu açılardan yaşadığımız zaman, ölümü duyumsayışımız azaltmıştır. Tüm bunlar, ölümü ve ölüm sonrasını daha az düşünmemize ve hayal etmemize neden olmaktadır.

Bir kişiye karşı hem sevgi hem öfke hissedebilmek kişilik gelişiminde önemli bir düzeydir. Buna, bir kişiye karşı çifte değerlikli duygular hissetme denir. Çifte değerlikli duygular hissedebilen, buna katlanabilen kişiler kişilik olarak daha gelişmiş düzeneklere sahip olurlar, öfkeyi daha iyi kontrol ederler, kaygıya daha iyi katlanırlar. Bazı duygu ve düşüncelerini daha iyi bastırabilme özelliği de kazanmışlar demektir. Bunu biraz açarsak, 2-3 yaşlarındaki bir çocuk, annesi ona ilgi gösterdiğinde ve onu doyurduğunda annesini “iyi anne” olarak algılar. Bu sırada annesinin hiçbir kötü özelliğinin olabileceği aklına gelmez. Bu çocuk, annesi onunla ilgilenmediğinde, aç bıraktığında ya da ona kızdığında annesini “kötü anne” olarak algılar. Bu sırada da annesinin iyi özelliklerinin olduğunu aklına getiremez. Ama bu çocuk 4-5 yaşlarına geldiğinde, şimdiye kadar iç dünyasında oluşan “iyi anne” ve “kötü anne” adacıklarının arasında köprüler kurar ve bunları “iyi anne”nin baskınlığı ile bütünleştirir. Böylelikle artık annesi onu sevdiği zamanlarda bazen annesinin ona kızabileceğini, annesi onu aç bıraktığında aslında annesinin böyle olmasını istemediğini ve yakın zamanda onu doyuracağını öğrenmiş olur. İllaki kaybedilen kişiye öfkelenilmesi gerekiyor diyemeyiz ama sevdiğimiz bir kişinin yasını tutarken ona kızabiliyorsak, kızdığımızı anlayabiliyor, öfkemizi tanıyabiliyorsak bu, tuttuğumuz yas açısından çok olumlu olacak, yasımızı ilerletecektir.

Diğer yandan yastaki öfkeyi, kendisinden uzun süre ayrı kalan anne-babasını yeniden gördüğünde onlara kızan, bir süre onlara yakınlaşmayan çocuğun verdiği tepkiye benzetebiliriz. Çocuk onlara kızarak, bir daha bırakılmak ve ayrı kalmak istemediği mesajını verir. Böylelikle onlara öfkesini göstererek onları kendisine bağlar, onların kendisi için ne kadar önemli olduğu mesajını verir. Çocukluğumuzdan beri sevdiğimiz kişilerden uzak kalmak bizi üzdüğü kadar kızdırır da. Zaten kızmaya değer bulduklarımız en çok sevdiklerimiz, en çok önemsediklerimiz değil midir?

Ama burada büyük bir zorluk vardır ki genellikle toplum, ölen kişiye kızılmasını, ona öfke duyulmasını pek iyi karşılamaz, bunu yadırgar ve eleştirir, beğenmez. Burada toplumun yaklaşımı ile kişi için yararlı olan arasında bir çelişki var gibi gözükse de aslında bu bir dengedir. Bir yandan toplumun bu yaklaşımı öfkenin sınırlanmasını sağlar. Diğer yandan bu çerçevenin içinde yas tutan kişinin yakınları onun öfkesini tanır, öfkesine katlanabilir, kızgınlığını kabul eder ve ona sarılırlarsa öfke dile gelir ve yası engellemez.

Ölen kişiye duyulan öfke ve kızgınlığa hiç izin verilmemesi, bu öfkenin farklı ve daha yararsız, hatta zararlı biçimlerde yaşanmasına neden olur. Örneğin bu öfke sıklıkla doktorlara, hastaneye ya da başka akrabalara yansıtılır ve istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Öfkeyi hissedebilmek, ölümle yüzleşebilmek, öfkeden korkmamak, tamamıyla bastırmaya çalışmamak, dile getirilmesini sağlamak iyidir. Öfkeyi kelimelere dökmek, dökebilmek, bir biçimde ifade etmek, akıtabilmek; öfkeyi bastırıp ve biriktirip yıkıcı hale getirmekten çok daha yararlıdır. Öfkenin birikmesi kişiyi yıpratabilir. Öfke, beklenmedik yerlerde, beklenmedik biçimlerde patlayabilir yada kişide çökkünlük yaratabilir.

Yas sürecinde öfke duymaktan korkulması hatta utanılması ile sık karşılaşılır. Ama yine de çok aleni ya da garip karşılanacak bir biçimde olmadan, özel ve kişisel ortamlarda bu duygunun işlenmesi için yaşanılmasına izin verilmelidir. Ölene duyulan öfkenin çevredeki yakınlarca kabul edilememesi, yakınının ölümüyle ilgili kişinin öfkesini dile getirmeyi hemen bırakmasının, tövbe etmesinin istenmesi, ayıplanması, yadırganması ve öfkenin ölen kişiyi mezarında rahatsız edeceğinin düşünülmesi, yas tutan kişide anlaşılmamışlık ve yabancılık duyguları yaratır. Anlaşılmadığını hisseden, yabancılaşan kişi içine kapanır, kendisini anlamayan kişilerden uzaklaşmak, kaçmak ister, yalnızlaşır. Bunun aksine eğer yas tutan kişinin çevresindekiler, kişinin duyduğu öfkeye katlanabileceklerini gösterebilirlerse, yas tutan kişi öfkesini yaşar, öfkesi gittikçe azalır, işlenir. Burada yaşanan zorluk, genelde öfkenin korkutucu gözükmesi, nasıl baş edilebileceğinin bilinememesi, bunun kaygı vermesidir. Tek yapılması gereken şey kişinin kendisine ve çevresine zarar vermesini engellemek, bunun ardından onu dinlemektir. Yas tutan kişinin yakınları öfkeyi değil, o kişinin yaşadığı zorluğu görmeli, öfkenin altındaki acıyı, hüznü, çaresizliği hissedebilmeli, hayal kırıklılığı ve yalnızlık duygularını anlamaya çalışmalıdır.

Öfke, kızgınlık ve tartışma her doğal ilişkide var olduğu gibi yas tutan kişi ile ölen kişi arasındaki ilişkide de olacaktır. Gerçek yaşamdaki bir ilişkide öfkeyi, kızgınlığı yaşamak, tartışmak, kavga etmek ne kadar doğalsa, tüm bunların yas sırasında yaşanması da o kadar doğaldır. Çünkü tüm bunlar, artık onlar yaşamasa da, sevilen kişilerle kurulan ilişki içinde, var olurlar, vardırlar, var olacaklardır. Yas sürecindeki öfke bir anlamda ölen kişi ile ilişkinin sürdüğünün, onun ne kadar çok sevildiğinin ve özlendiğinin de göstergesidir. Bu açıdan bir katile karşı duyulabilecek öfke ile sevilen ve artık olmayan birine duyulan öfkeyi bir tutmamak gerekir.

Bazı insanlar ise öfkeye kilitlenirler. Annesinin iyi taraflarını aklına getiremeyen çocuk gibi, kaybettikleri kişiye, yakınlarına, doktorlara duydukları öfke yaslarını dondurur, öfkeyle acılaşan ölüm lokması boğazlarını tıkar. Bazen öfke bir zırh gibi kullanılır ve ardındaki duygulara ve düşüncelere gidilemez. Çelişkili bir biçimde bu öfke, sıklıkla anlaşılamamış olma duygusu ile beraberdir.

34 yaşındaki bir kadının karaciğer hastalığı olan ve bu yüzden doğduktan sonra hemen yoğun bakıma alınan ve ancak yoğun bakım şartlarında büyüyebilen bir bebeği olmuştu. Bebeğine iyi bir anne gibi sarılan kadın ne yapmış etmiş, tüm zorluklara, doktorların bu bebek uzun süre yaşamaz uyarılarına rağmen bebeğini beklenenden çok daha uzun bir süre hayatta tutmuştu. Ama bu süreçte çok yorulmuş, çok yıpranmış, kendisini yalnız hissetmiş, kocası dahil, yaşadıklarını paylaşabilecek, kendisini anlayabilecek birini bulamamıştı. Aslında bu yaşadıkları, başına gelenler, doktorların ümitsizce yaklaşması, eşinden beklediği desteği almaması onu çok kızdırmıştı. Bu kızgınlığı yüzünden ilerleyen bir yas sürecine girememiş, aile içinde eşine ve eşinin yakınlarına karşı öfkeli çıkışları artmıştı. Bu sinirliliği artık işini ve diğer çocukları ile ilişkisini de etkilemeye başlayınca bir psikiyatriste gitmeye karar vermişti. Terapi sürecinde kaybını işledikçe ve kızgınlığını fark edip dile getirdikçe üzüntüsü ve sinirliliği, ilişkilerindeki öfke yükü azaldı. Ama bazılarını da hiç affetmedi. Böylelikle yaşam uyumu ve aile içindeki iletişimi, özellikle de kocasıyla ilişkisi normalleşebildi.

Başka bir hasta ise eşi kansere yakalanıp iki yıllık bir tedavinin ardından öldükten sonra hem eşinin onu genç yaşta bırakıp gitmesine hem de doktorların eşini iyileştirememesine o kadar kızmıştı ki devamlı bunları düşünüyordu. Her olay, yaşadığı her şey ona bu kızgınlığını hatırlatıyor, kendisini devamlı sinirli ve tahammülsüz hissediyordu. Eşinin hastalığı sırasında eşinin ailesi ile yaşadıkları, onların ilgisizlikleri, kendisini onlardan soğutmuştu. Onlara da çok kızgındı. Bir buçuk yıl süren terapisi sırasında onlardan uzaklaştı. Ama kızgınlıkları devam etti ve kızgınlığının üstesinden gelip diğer duygularına geçemedi, bazı açılardan kendisini daha iyi hissetse de, dört yıl önce ölmüş olan eşini aklından çıkarmadan, onun eksikliğini yoğun bir biçimde hissederek ve kızgınlıyla birlikte yaşamını sürdürmeye devam etti. Sanki öfkesi onu, kaybettiği eşine bağlıyordu.

Diğer yandan öfke ve kızgınlık duyguları iyi yönetilebildiğinde ve şiddetleri denetlenebildiğinde hem kişinin iç dünyasının hem de dış dünyasının yeniden düzenlenmesi için kişiye güç ve enerji verir. Sorgulamalarla, değerlendirmelerle ve yası yaşayabilme ile kişinin iç dünyasında bir değişim, farklılaşma ve olgunlaşma yaşanırken; dış dünyada da roller ve yaşam koşulları değişmiştir ve çevreye uyumu yeniden sağlamak için enerji gerekir. Eğer öfke iyi bir biçimde yüceltilir, yapıcı bir biçimde kullanılabilirse tüm bunlar için iyi bir enerji kaynağı olacaktır.

Örneğin kızının cinayetle öldürülmesinde sonra bir baba yaşadığı öfkeyi katilin bulunmasında ısrar etmekte ve olayı gündemde tutmakta kullanmıştı. Bu ona, hem kızı için bir şey yapıyor olma hissi vermiş hem de amacına ulaştıktan sonra yasını tutmaya başlamıştı. Birçok yakınını depremde kaybeden bir anne ise bir taraftan yasını tutarken bir taraftan da tüm gücünü sağ kalan oğlunu iyi yetiştirmeye harcamıştı. Oğlu için yapması gerekenleri yaptığını hissettiğinde de yasını tutmaya başladı.